top of page

HIGHLIGHTED

RÖPORTAJ

Maotik, Shihua Ma, Tatsuru Arai, AMIANGELIKA & 1100 ve Playmodes ile sanat, teknoloji ve algının sınırlarını keşfe çıkıyoruz.

Işığın Akışında: CONFLUENCE Sanatçı Söyleşileri

Piksel. Creative Solutions

Evrenin Yüzü: Tatsuru Arai

ree

Tatsuru Arai, Face of Universe, 2025


Klasik besteciliği yapay zekâ ve fizik ile birleştiriyorsun. Bu bir aradalık sence sanatın geleceğini nasıl şekillendiriyor?


Klasik bestecilik, yapay zekâ ve fiziğin birleşimini, algının kendi evrimi olarak görüyorum. Hyper Serial Music (en karmaşık müziklerden biri) ve Trans Ages Music (%0’dan %100 yoğunluğa ilerleyen müzik) gibi işlerimde, insan sezgisinden hesaplamalı bilince geçişi; sesin yapısından gerçekliğin yapısına uzanan dönüşümü araştırıyorum. Bu bağlamda sanat, artık dünyanın bir temsilinden çok, onun bir devamı hâline geliyor; yapay zekâ ve fizik yasaları üzerinden varlığını sürdürüyor. Bana göre bu, insanlık tarihinin kaçınılmaz bir yönü.


Performansların klasik müzik ile ileri teknolojinin kesişiminde ilerliyor. Gelenekselliği ve güncel olanı nasıl dengeliyorsun?


Benim için mesele, klasik müzikte gerçekten “yeni” olanı bulmak ve o özü Trans Ages Music kavramıma entegre etmek. Bach’ın döneminde bile bazı eserleri son derece yenilikçiydi — tıpkı 20. yüzyılda Schoenberg veya Boulez gibi. Bu anlamda, tarihsel mesafe yalnızca bir zaman ekseni meselesi; öz açısından bir fark yok.


Batı klasik müziğinin evrimi her zaman teknolojik ilerlemeyle yakından bağlantılıydı. Son derece hassas çalgıların geliştirilmesi, Sanayi Devrimi’yle paralel bir teknolojik devrimdi ve orkestranın sosyal yapısını da şekillendirdi. Bugünün ileri teknolojisi, aslında aynı sürecin bir devamı. Sanat ile teknolojik evrim arasındaki sınır hiçbir zaman net değildi. Benim sanatım da bu sürekliliği araştırıyor; algı, ses ve teknolojinin birlikte insanlığın zaman içindeki evrimsel sürecini nasıl oluşturduğunu.


Sence teknoloji bizi evreni anlamaya mı yaklaştırıyor, yoksa sadece daha fazla soru mu üretiyor?


Genel olarak bilim ve teknoloji, evreni anlama biçimimizi büyük ölçüde genişletti. Örneğin yüz yıl önce kimse Güneş’te nükleer füzyon gerçekleştiğini bilmiyordu. Bu bilgi nükleer fiziğin gelişimiyle mümkün oldu.


Sanatta ise bu anlama süreci algı yoluyla gerçekleşiyor. Benim işlerim de bu perspektiften bakıyor: Teknoloji, evreni nesnel olarak anlamamıza yardımcı olduğu kadar, onu deneyimleme biçimimizi de dönüştürüyor. Sanatım tam bu kesişim noktasında var oluyor; biliş, fizik ve yapay zekânın birleştiği yerde. Amacım, insan algısının sınırlarını genişletmek ve kozmik gerçekliğin fiziksel yapısını insan bilincinin evrilen formuyla birleştirmek.


CONFLUENCE sergisinde yer alan “Face of Universe” isimli çalışmanda teknoloji, bilim ve sanat arasındaki ilişkiyi nasıl araştırıyorsun?


Face of Universe, Dünya ekosisteminin bazı temel prensiplerini çiçekler ve onların içindeki doğa olayları üzerinden yoğunlaştıran bir iş. Teknoloji, bilim ve yaşam arasındaki bağlantıları araştıran bir görsel-işitsel yerleştirme.


Eser, Dünya’nın evrimsel yolculuğunu; ilk atmosferinden okyanuslara, bitkilere ve insan uygarlığına kadar takip ediyor. Doğal süreçlerin, örneğin kentteki yabani çiçekleri besleyen güneş ışığının, tüm ekosistemleri harekete geçiren aynı enerjiye dayandığını gösteriyor.

Yapay zekâ tarafından üretilen görsel ve sesler sayesinde çiçekler, evrenin kendi kendini düzenleyen enerjisinin birer metaforuna dönüşüyor; aynı zamanda modern teknolojinin enerji tüketimine de dikkat çekiyor. Kent çiçekleri, yapay zekâ aracılığıyla geçmiş dönemlerin farklı resim stillerine dönüştürülüyor. Çiçeklerden dökülen parçacıklar yere karışıyor, böylece doğa, teknoloji ve kozmik güçler arasındaki karşılıklı bağlılığı hissettiren kapsayıcı bir deneyim alanı oluşuyor.


Hissedilen Mekânlar Yaratmak: Maotik

ree

MAOTIK, In This World, 2025


Doğa, jeneratif görsellerinde önemli bir yer tutuyor. Organik hareketleri dijital formlara nasıl dönüştürüyorsun?


Çalışmalarım doğanın uyum sağlama ve dayanıklılık gücünden derin bir şekilde besleniyor. Canlı sistemlerin çevrelerine nasıl tepki verdikleri, nasıl evrildikleri ve kendilerini yeniden ürettikleri beni büyülüyor. Bu organik süreçlerle algoritmaların mantığı arasında güçlü paralellikler görüyorum. Ürettiklerimin büyük kısmı, canlı veriyi görsel forma dönüştürebilen, bazen de tersine işleyen sistemler tasarlamak üzerine kurulu.


CONFLUENCE sergisinde yer alan; çizgilerin titreştiği, geometrilerin sesle birlikte evrildiği “In This World” isimli yerleştirmenden bahsedebilir misin?


Zamanı geleneksel biçimde ele almıyorum; bu işte zaman, dış etkenlere tepki veren bir unsur. Dış dünyanın bu etkileri, işin ritmini ve evrimini belirliyor. Süreç çoğu zaman tek bir çizgiyle, yani en temel hareketle başlıyor; ardından sesin devreye girmesiyle yeni katmanlar ve boyutlar ekleniyor, sistem karmaşıklaşıyor. Işık, ses ve mimarinin iç içe geçtiği bu evrende, izleyici dönüşümün bir parçası hâline geliyor.


İşleriniz çoğu zaman gerçek zamanlı olarak tepki veriyor. Hiç, eserin size geri performans sergilediğini hissettiğiniz oluyor mu?


Evet, hem de sürekli. Pratiğim, canlı verilere tepki veren görsel-işitsel sistemler yaratmaya dayanıyor; her biri katmanlı kodlar, algoritmik mantık ve rastlantısallıkla kuruluyor. Amaç, tekrarı mümkün olmayan, öngörülemeyen kombinasyonlar üretmek; bu yüzden ortaya çıkan görüntü asla aynı olmuyor. Bu açıdan baktığımda eser bir performansçıya dönüşüyor: yanıt veriyor, doğaçlıyor, kendini her iterasyonda yeniden yorumluyor. Sonuçlar sık sık beni bile şaşırtıyor; yaratıcı olarak ben bile işi canlı bir şey gibi, kendini sürekli farklı şekillerde açığa çıkaran bir organizma gibi deneyimliyorum.


Bugünün hızlı teknoloji dünyasında, sanat pratiğinizi insanî ve yere basan hâlde tutan şey ne?


Ben, teknolojinin zaman ve gerçekliği algılama biçimimizi nasıl değiştirdiğiyle ilgileniyorum. Çalışmalarım, teknolojinin birbirimizle ve bilgisayarlarla kurduğumuz ilişkiyi ne kadar hızlı dönüştürdüğünü inceliyor. Her yerleştirme, hesaplamanın soyut mantığını ışık, ses ve harekete dönüştürerek hem görülen hem dokunulan hem de hissedilen mekânlar yaratmaya çalışıyor. Bu sürükleyici deneyimlerle, teknolojik sistemlerle insan duygusu arasındaki hassas ilişkiyi araştırıyorum; mekanik olanın nerede bittiğini ve şiirselliğin nerede başladığını.


Soyut Sesler: Shihua MA

ree

Shihua MA, Mandala, The Cube, 2025


Bir şeyler üretmeye klasik kompozisyonlar ve piyano ile başladın. Bu dünya nasıl kodlama ve yeni medyaya evrildi?


Piyano çocukluğum boyunca hep yanımdaydı; kompozisyon ise üniversite yıllarımın temelini oluşturdu. Ancak sesin örgütlenmesine ve üretilmesine doğrudan dokunan bir müzikal yaklaşımla karşılaştığımda, asıl tutkumun bu olduğunu fark ettim. Bana tamamen yeni bir dünyanın kapısını açtı. Bu yüzden yüksek lisansla birlikte bilgisayar müziği alanına yöneldim ve bugün çalıştığım alana adım atmış oldum.


Çalışmalarında sıklıkla sesi görsel bir deneyime dönüştürüyorsun. İşitme ile görme arasındaki bu bağı kurmana ne yol açtı?


İşlerimi çoğunlukla konserlerde icra ediyorum. Geleneksel elektronik müzik performanslarına göre ifade gücünü artırmak ve bu soyut sesleri izleyicilere daha iyi aktarabilmek için ortamı zenginleştirmeyi istedim. Bu arayışla görsel öğeler eklemeyi denemeye başladım ve sonunda kendimi en iyi ifade ettiğim dili buldum: ses-görsel sanat.


Teknoloji bir enstrümana dönüştüğünde, duygunun rolü ne oluyor sence?


Benim için teknolojinin en değerli hâli, duygusal ifadeye aracılık etmesidir. Bir müzisyenin enstrümanıyla ilişki kurması gibi, ben de kendi araçlarımla izleyicinin duygularına dokunmayı amaçlıyorum.


Algoritmalar çağında, insan duyarlılığının müzik ve sanat üretimindeki yeri nedir?


Bence müzik ve sanat var, çünkü insanlar onlara ihtiyaç duyuyor. İster sanat izlemekten keyif alsınlar, ister kendilerini ifade etmek için kullansınlar; insan duyarlılığı; hem duygusal hem fiziksel anlamda yaratımın rehberi olmalı. En azından benim için duyarlılık, algoritmaların her zaman önündedir; ürettiğim işlerin anlamını canlı tutan şey de budur.


Algoritmalar ve Ses: Playmodes

ree

Playmodes, Espectres, The Cube, 2025


CONFLUENCE sergisinde yer alan Espectres, sanatçı ile algoritma arasındaki çizgiyi bulanıklaştırıyor. Bu otonom yaratım sürecinde kendinizi nasıl konumlandırıyorsunuz? Besteci mi, birlikte çalışan bir partner mi yoksa bir dinleyici olarak mı?


Kendimizi sistemler arasında bir tür arabulucu olarak görüyoruz. Otonom algoritmalarla çalışırken yazar olma durumu dağılıyor; kod, sesin fiziği ve hatta donanım bile sürece kendi iradesiyle katılıyor. Rolümüz sürekli değişiyor: Bazen kuralları tanımlayarak besteci oluyoruz, bazen de sistemin ne olmak istediğini dinleyip kuralları yeniden yazarak onun kendini daha net ifade etmesini sağlıyoruz.


Espectres’de ise ışık gerçekten ses aracılığıyla konuşuyor. Görsel veriler spektral kompozisyonu belirliyor. Bu yüzden çoğu zaman kendimizi ışığın yaratıcısı değil, onun dinleyicisi gibi hissediyoruz.


Kendi araçlarınızı ve sistemlerinizi inşa ediyorsunuz. Bu süreç daha özgürleştirici mi yoksa daha öngörülemez mi oluyor?


İkisi de. Üstelik ayrılmaz şekilde. Kendi enstrümanlarımızı tasarlamak, hazır estetiklerden ve ticari araçların sınırlarından kurtarıyor; ama aynı zamanda bizi kararsızlık ve sürprizlerle baş başa bırakıyor. Bu araçları kontrol etmiyoruz; onlarla müzakere ediyoruz. Yazdığımız her kod, beklenmedik şekillerde açığa çıkabilecek gizli bir potansiyel taşıyor. Denkleme rastlantısallık da girince, bu öngörülemezlik kompozisyonun bir parçasına dönüşüyor. Espectres’de araçlar nötr değil; formu, ritmi ve hatta anlamı şekillendiren ortak yaratıcılar.


Sürükleyici yerleştirmelerinizde kesinlik ve oyun arasındaki dengeyi nasıl kuruyorsunuz?

İşlerimiz matematik ile sezginin kesiştiği yerde üretiliyor. Kesinlik, mimariyi kuruyor; ses ve ışığın kusursuz senkronizasyonunun geometrisini. Oyun ise o yapıya hayat veriyor.

Zaten Playmodes ismi de bu ikilikten doğdu: Yazılım enstrümanları geliştirirken, parametrelerin farklı ayarlarıyla farklı “oyunlar” veya oynama biçimleri ortaya çıktığını fark ettik. Play + Modes = Playmodes.


Bu keşif ruhu hâlâ sürecimizi yönlendiriyor. Katı algoritmik kontrol ile sistemin neredeyse canlı bir organizma gibi davrandığı anlık doğaçlamalar arasında gidip geliyoruz. Denge, bu iki hâlin algıda birbirinden ayırt edilemez olduğu noktada kuruluyor.


Işık ve ses konuşabilseydi, “Espectres”te nasıl bir diyalog kurarlardı?


Frekanslarla fısıldaşırlardı. Işık parlaklığını, dokusunu ve şeklini anlatırdı; ses de bunları

titreşime çevirirdi. Aralarındaki konuşma kelimelerden çok enerji alışverişi olurdu; bir tür rezonans. Espectres’te bu diyalog, ışığın duyulabilir, sesin görülebilir hâle geldiği spektrogram üzerinden gerçekleşiyor. Bu bir çeviri değil; iki dilin tek bir algı alanında birleştiği bir tür buluşma.


Işık, Ses ve Aradaki Boşluk: AMIANGELIKA & 1100

ree

AMIANGELIKA & 1100, BLCK SUN, The Cube2025


İşleriniz genellikle ışık ve gölge, düzen ve kaos arasında salınıyor. Bu zıtlıklar sizi neden bu kadar çekiyor?


1100: Bence bu zıtlıkların arasındaki şeylere bakmak her zaman ilginç. Bir şeyi tamamen bir uçtan kurmak kolay ama aradaki alan belirsiz ve tanımlanması zor. Eğer orada bir şey görünür hâle getirilebiliyorsa, o genellikle dürüst bir şey oluyor.


AMIANGELIKA: Ben, şeylerin arasındaki o alana çekiliyorum; kontrolün teslimiyetle buluştuğu, formun çözülmeye başladığı yere. Bu aradaki hâller, bana yaşamın kendisine en yakın anlar gibi geliyor. Hiçbir şey sabit ya da kesin değil; her şey akışta, geçici ve canlı. İşin nabzını tutan da tam olarak bu geçicilik.


Ses ve ışığı mimariye dönüştürüyorsunuz. İnsanların bu mekânların içinde nasıl hissetmelerini istiyorsunuz?


1100: Farklı duygular yaşamalarını istiyorum. İşlerimiz bir tür içe dönüşü tetiklemeyi amaçlıyor. Bu yüzden rahatsızlık ya da huzursuzluk hissetmek, rahatlama veya umut kadar önemli olabilir.


AMIANGELIKA: İnsanların askıda kalmış gibi hissetmelerini istiyorum; kendi varlıklarının, mekândaki yerlerinin farkında olarak. Bu ortamlar, ışık ve sesin neredeyse dokunabileceğiniz fiziksel yapılara dönüştüğü bir derinleşme alanı sunuyor. Gösteriden çok deneyimle anlatılan bir hikâye bu; izlemiyorsunuz, hissediyorsunuz.


Teknoloji geliştikçe, sanatsal üretimin hangi bölümünün " insan dair" kalması gerektiğini düşünüyorsunuz?


1100: Niyet. Her zaman.


AMIANGELIKA: Niyet, kırılganlık, kusurlu ya da duygusal bir şeyi açığa çıkarma cesareti. Teknoloji form üretebilir ama anlam taşıyamaz. O hâlâ bize ait bir alan.


Dijital bir pratiğin içinde yaratıcı enerjinizi canlı tutan günlük ritüelleriniz neler peki?


1100: Olabildiğince çok okumaya ve akustik enstrümanlar çalmaya çalışıyorum. Her şey bilgisayara taşındığında kolayca kaybolabilen o dokunsal bağı korumama yardımcı oluyor.


AMIANGELIKA: Gün içinde olabildiğince “orada” kalmaya çalışıyorum. Beni etkileyen düşünceleri, imgeleri, hisleri fark edip not alıyorum. Bu, kendimle ve işle sürekli bir diyaloğu sürdürmenin yolu. Dijital bir pratik içinde bile süreci kişisel ve canlı tutuyor.

Bize Ulaşın

bottom of page