top of page

HIGHLIGHTED

YORUM

18. İstanbul Bienali’nde ‘Üç Ayaklı Kedi’ başlığıyla bir araya gelen Doruntina Kastrati, Kongkee, Merve Mepa ve Claudia Pagès Rabal, teknolojik, tarihsel ve bedensel kırılganlıkları sorgulayan yeni medya pratikleriyle izleyiciyi düşündürüyor.

18. İstanbul Bienali’nde Çok Duyusallık ve Esnek Konumlanma

Ebru Kalender

Bienaller, çağdaş sanatın dinamik yapısını doğrudan gözlemlemeyi ve uluslararası sanat sahnesindeki güncel yönelimlerle karşılaşmayı mümkün kılan önemli kültürel platformlar olarak öne çıkıyor. Bu tür etkinlikler, sanatın felsefi, sosyokültürel ve politik boyutlarını görünür kılan düşünsel alanlar yaratıyor. Bienaller aracılığıyla izleyici, çağdaş sanatın biçimsel çeşitliliğini, günümüz sanatının temel eğilimlerini, üretim biçimlerindeki dönüşümleri ve sanatçıların kimlik, ekoloji, teknoloji, toplumsal cinsiyet, göç gibi güncel meselelerle kurduğu eleştirel ilişkileri yeniden düşünme olanağı buluyor. Böylece bienaller, hem sanat tarihinin güncel evrimini belgeleyen hem de çağdaş sanat felsefesinin epistemolojik sınırlarını genişleten bir laboratuvar işlevi görüyor.


18. İstanbul Bienali, bu köklü geleneği sürdüren ancak aynı zamanda çağdaş sanatın mevcut kırılganlıklarını, ekolojik ve toplumsal krizlerle örülü varoluş biçimlerini merkeze alan özgün bir küratöryel yaklaşımla öne çıkıyor. Lübnanlı küratör Christine Tohmé tarafından şekillendirilen bienal, başlığını “Üç Ayaklı Kedi” metaforundan alıyor. “Üç Ayaklı Kedi”, görünürde yaşamın sıradan “yoldaş türlerinden” birine —kediye— atıfta bulunuyor olsa da, özünde kırılganlık, adaptasyon, dayanıklılık ve iyileşme temalarını merkezine alıyor.


ree

Rafik Greiss, En Uzun Uyku, Zihni Han (Fotoğraf - Sahir Uğur Eren)


Küratörün ifadesiyle, günümüz dünyasında “giderek hızlanan yıkım, zorunlu göçler ve önü alınamayan krizler tüm ufukları ve gelecek olasılıklarını paramparça ediyor.” Bu cümle, bienalin kavramsal çekirdeğini oluşturuyor: Parçalanmış zaman deneyimi, bedenin hız, yavaşlık ve belirsizlik arasında salınan devinimi ve varoluşun dengesiz ritimleri... Bu çerçevede bienal, izleyiciyi bu kırılgan denge içinde düşünmeye davet ediyor ve sanatın, hem bireysel hem de kolektif onarım süreçlerinde üstlenebileceği rolü tartışmaya açıyor.


ree

Christine Tohmé (18. İstanbul Bienali Küratörü )


Bu yazı, bienalin bu kavramsal zeminini, dört farklı sanatçının (Doruntina Kastrati, Kongkee, Merve Mepa ve Claudia Pagès Rabal) yeni medya pratikleri üzerinden okumayı amaçlıyor. Bu sanatçılar, bir yandan teknolojik, tarihsel ve bedensel kırılganlıkları sorguluyor, diğer yandan dayanıklılığı estetiğin temel bir meselesi hâline getiriyorlar.


İncelemenin ilk durağını oluşturan İspanyol sanatçı Claudia Pagès Rabal, disiplinlerarası yaklaşımıyla performans, video, metin ve ses arasında geçirgen ilişkiler kuran bir üretim pratiği geliştiriyor. Sanatçının önceki çalışmaları, özellikle teatral performansın video aracılığıyla yeniden biçimlendiği melez anlatı yapılarıyla dikkat çekiyor. Pagès, büyük ölçekli ekran yerleştirmeleri aracılığıyla hem heykelsi bir mekânsallık kuruyor hem de izleyicinin bedensel algısını yoğunlaştıran deneyimsel bir ortam yaratıyor.


Pages’ın üretimi, sinematografik yaklaşımıyla, tiyatro, müzikal, operet, film, video-heykel ve performans gibi farklı ifade biçimlerini iç içe geçirerek, temsili ve sahnelenmeyi sürekli olarak sorgulayan hibrit bir estetik öneriyor. Pagès’in “ses temelli yazma pratiği” olarak tanımladığı ve kendi yazdığı senaryolar ve metinler üzerine inşa ettiği videolar, dilin maddeselliğiyle bedensel performans arasında yeni bir duyusal bağ kuruyor. Kimi zaman video oyunlarının ritmik akışını, kimi zaman da müzikal veya operet estetiğini çağrıştıran bu işler, ses, metin ve hareket arasında çok katmanlı bir geçişlilik üretiyor.


ree

Claudia Pagès Rabal, Beş Savunma Kulesi, Külah Fabrikası, 2025 (Fotoğraf - Sahir Uğur Eren)


Sanatçının 18. İstanbul Bienali’ndeki yapıtı “Beş Savunma Kulesi”, video, ses, performans ve fotoğraf bileşenlerinden oluşan çok kanallı bir yerleştirme olarak izleyiciyle buluşuyor. Çalışma, beş perdeden oluşan video yerleştirmesi, mekâna özgü ses tasarımı ve sanatçının çektiği fotoğraf serisiyle birlikte bütüncül bir çevresel anlatı kuruyor.


Serginin merkezinde, tavanda tek bir büyük ekran oluşturacak şekilde düzenlenmiş bir grup esnek LED ekran bulunuyor. Bu ekranlar, bir araya gelerek yekpare bir yüzey etkisi yaratıyor ve izleyicinin bakışını alışılmışın aksine yukarıya yönlendiren bir mekânsal kurgu sunuyor. Eseri deneyimlemek için izleyici, galeri tarafından sağlanan yatak benzeri bir mobilyaya uzanıyor. Büyük ölçekli, tavana monte ekranın oluşturduğu düzen, hem kubbe formlarını hem de Barok ve Rokoko dönemlerine özgü tavan fresklerinin aşkınlık estetiğini çağrıştırıyor. Bu yönüyle eser, tarihsel mimari algısını çağdaş bir medya yüzeyine taşıyor ve teknolojik bir “gökyüzü” ya da dijital kubbe deneyimi yaratıyor.


ree

Claudia Pagès Rabal, Beş Savunma Kulesi, Külah Fabrikası, 2025 (Fotoğraf - Sahir Uğur Eren)


Beş Savunma Kulesi, konu olarak Katalonya’nın tarihsel sınır bölgeleri boyunca inşa edilmiş beş ortaçağ kulesinden yola çıkıyor. Bu kuleler, 9. ve 10. yüzyıllarda Karolenjler tarafından oluşturulan ve “Hispanik Sınır” olarak bilinen askeri tampon hattının bir parçası olarak tarihsel bağlamda önem taşıyor. Eser, geçmişteki toprak, kimlik ve hâkimiyet mücadelelerini günümüzün jeopolitik stratejileriyle ilişkilendiriyor ve tarihsel sınır yapılarından hareketle modern çağın görünmez sınırlarını, gözetim rejimlerini ve yerleşim ideolojilerini sorguluyor.


ree

Claudia Pagès Rabal, Beş Savunma Kulesi, 2025 (Fotoğraf - Sahir Ugur Eren)


Eserin içeriği, senaryolaştırılmış diyaloglar, koreografili performanslar, ses ve ışık kompozisyonları üzerinden ilerleyen beş perdelik bir anlatı oluşturuyor. 360° kamerayla bir tiyatro mekânında çekilen çalışma, hem sahneleme hem de izleme biçimlerini dönüştüren çevresel bir anlatı dili geliştiriyor. Merkezi bir anlatıcı, bölgenin tarihsel haritasını çıkarırken, diğer dört karakter kulelerin eteklerinde sığınak arıyor. Pagès’in kendisi de performansçı olarak bu yapı içinde yer alıyor; eser hem sahnelenmiş hem de içsel bir anlatı olarak işliyor.

Performanslarda, flamenkoya yakın teatral bir sahneleme dili hâkim oluyor. Hareketler, ritmik geçişlerle birlikte ulusal dansın törensel karakterini çağrıştırırken aynı zamanda dramatik bir gerilim yaratıyor. Performansçılardan birinin çıplak sesle, arya veya operatik bir biçimde söylediği nude tonlardaki şarkı, sahneye hem melankolik hem de törensel bir yoğunluk kazandırıyor. Bu anlarda sanatçının kendi sesi ve zaman zaman duyulan gitar tınısı, işin hem ses hem de metin ekseninde katmanlı bir derinlik oluşturuyor.


ree

Claudia Pagès Rabal, Beş Savunma Kulesi, Külah Fabrikası, 2025 (Fotoğraf - Sahir Uğur Eren)


Bu unsurlar bir araya geldiğinde Beş Savunma Kulesi, hem performans sanatının canlılık ve doğrudanlık ilkesini, hem video sanatının zamansal katmanlarını, hem de mimarinin ve heykelin mekânsal etkisini bir arada işliyor. Pagès, bu gelenekleri yeniden güncelleyerek, teknolojinin mimari ve bedensel alanı dönüştürdüğü çağdaş bir sahneleme dili kuruyor.


Bienalde çağdaş teknolojik ekosistemleri merkeze alan yapıtlar arasında, Türk sanatçı Merve Mepa’nın “Rastgele Bir Yürüyüş, Beslenme ve Hava” adlı yerleştirmesi öne çıkıyor.

Merve Mepa bir süredir takip ettiğim ve eserlerini merakla beklediğim bir sanatçı. Yaratıcı süreci, farklı disiplinlerin kesişiminden doğan çok yönlü araştırmalara dayanıyor. Mepa; kodlama, bilgisayar bilimi, yapay zekâ, mikrodenetleyiciler, AR/VR teknolojileri, matematik ve tekstil sanatlarını bir araya getirerek özgün bir üretim dili kuruyor. Özellikle dokumacılık gibi tarihsel bir üretim biçimini, kültürel kodlar ve kolektif düşünme biçimlerinin bir yansıması olarak ele alıyor.


ree

Merve Mepa, Meshwork, 2025 (Fotoğraf - SALT)


Şimdiye kadar gördüğümüz çalışmaları —“AnonymousText.tie” (2023), “N/A-A” (2023) ve “Meshwork” (2025)— genel olarak Yeni Medya Tekstil Sanatı odağında şekilleniyor. Türkiye’de Ebru Kurbak, Nagehan Kuralı, Selin Özçelik ve Zeynep Nal gibi öncü sanatçıların temsil ettiği bu alan; geleneksel dokuma, iplik, nakış ve kumaş üretim biçimlerini, bilgisayar teknolojileri, mikrodenetleyiciler, sensörler, devre sistemleri, algoritmalar ve dijital yazılımlarla birleştiren disiplinlerarası bir sanat pratiği sunuyor.


Merve Mepa’nın “Rastgele Bir Yürüyüş, Beslenme ve Hava” adlı yerleştirmesi, galvanizli çelik panellerle kaplanmış bir platform üzerinde konumlanıyor. Bu platform, hem fiziksel hem de dijital altyapıyı temsil eden bir zemin olarak işliyor. Platformun çeşitli bölümlerinde açık kasa bilgisayarlar, soğutma fanları, hava kanalları, spiral hortumlar, metal raf sistemleri, ışıklandırmalar ve bir kuartz Tibet çanağı yer alıyor. Hortumlar hem zeminden tavana hem de tavandan yere sarkarak, sinir sistemi benzeri organik bir ağ yapısı oluşturuyor. Bu ağın kıvrımlı biçimleri, veri akışını ve sistemlerin “nefes alıp verme” ritmini görselleştiriyor.


ree

Merve Mepa, Rastgele Bir Yürüyüş, Beslenme ve Hava, 2025 (Fotoğraf: Sahir Uğur Eren)


Eser, anlık çalışan sunucu tabanlı bir ekosistem olarak tasarlanmış. Platformun üzerindeki bilgisayarlar, sürekli açılan yeni tarayıcı pencereleri aracılığıyla gerçek zamanlı veri üretiyor. Bu veriler hem ekrandaki metinlere hem de mekândaki hava akımlarına dönüştürülüyor.

Bilgisayarlardan yayılan hava, soğutma sistemleri aracılığıyla mekânın içine dağılırken, veri üretimi ve hava akımı arasında bir bedensel-yapay döngü kuruluyor. Böylece bilgi, sadece ekranda değil, fiziksel ortamda da “dolaşıyor”.


Sanatçı, bu yerleştirmeyle veri ile hava, bilgi ile nefes, sistem ile organizma arasında poetik bir ilişki kuruyor. Eserin başlığı olan “Rastgele Bir Yürüyüş, Beslenme ve Hava”, sistemlerin doğrusal işlem mantığını bozan, öngörülemez bir dolaşım fikrine gönderme yapıyor. “Yürüyüş” burada ne bir hedefe yöneliyor ne de sabit bir yön izliyor — tıpkı ağlar arasında rastlantısal biçimde yayılan veri paketleri gibi. Merve Mepa’nın bu eseri, sibernetik estetiğiyle insan ile makine, hava ile bilgi, beden ile algoritma arasındaki geçirgenliği duyumsal biçimde görünür kılıyor ve izleyiciyi de bu “ağsal solunum”un bir parçası hâline getiriyor.


ree

Merve Mepa, 18. İstanbul Bienali, Kurulum, 2025 (Fotoğraf - Tuğba Erkutlu)


Hız, göç, yıkım ve krizlerin belirlediği bu bienal bağlamında, sanatçılar farklı biçimlerde direnç, uyum ve dönüşüm alanları yaratıyorlar. Bu çerçevede, Kosovalı sanatçı Doruntina Kastrati, emeğin, bedenin ve toplumsal dayanıklılığın sınırlarını araştıran işleriyle dikkat çekiyor. Kastrati’nin sanat pratiği, emeğin görünmeyen politik estetiğini araştıran, sosyoekonomik ve bedensel süreçleri malzeme üzerinden yeniden kurgulayan bir yapıya sahip. Sanatçı, üretim ilişkilerini biçimsel ve duyusal bir deneyim olarak ele alıyor. Bu yönüyle işleri, biyopolitik ve feminist bir duyarlılığı aynı anda taşıyor.


ree

Doruntina Kastrati, 18. İstanbul Bienali, 2025 (Fotoğraf - Sahir Uğur Eren)


Kastrati’nin üretimleri, sıklıkla saha araştırmalarına, özellikle sözlü tarih, bellek aktarımı ve kadın işçilerin anlatılarına dayanıyor. Sanatçı, kişisel hikâyeleri ve toplumsal travmaları arşivsel bir yaklaşımla işleyerek, anonimleştirilen emek biçimlerine bireysel bir yüz kazandırıyor. Bu süreçte tanıklık, beden, malzeme ve ses birbirine geçiyor. Sanatçı, “The Echoing Silences of Metal and Skin” adlı yapıtıyla 60. Venedik Bienali’nde Kosova Pavyonu’nu temsil ediyor ve Ulusal Katılım Özel Mansiyonu ile onurlandırılıyor. “The Echoing Silences of Metal and Skin”, “Public Heroes and Secrets” ve “Ring the Bells My Land (Goat 1)” serilerinde Kastrati, biçimsel yoğunluk ve içsel ifade derinliği bakımından Fransız-Alman Lirik Soyutlamacılığının duyusal mirasını çağdaş heykel pratiğiyle buluşturan bir estetik yönelimi gösteriyor.

Doruntina Kastrati’nin bienalde sergilenen “Şarkıları Yutan Bir Korno” adlı yerleştirmesi, kadın emeği, bedensel sınırlar ve endüstriyel sömürü arasındaki görünmez ilişkileri hem maddesel hem de duyusal düzlemde araştırıyor. Yerleştirmede kullanılan soğuk gri metal yapı, fabrikalardaki raf sistemlerini anımsatıyor ve sivri uçlarıyla izleyiciye doğru yönelen bir tehdit ve rahatsızlık hissi yaratıyor. Bu biçimsel agresyon, üretim hattının mekanik ritmini ve kadın bedenine yönelen yapısal şiddeti somutlaştırıyor.


Zeminden yayılan alçak frekanslı ses dalgaları, ultrasonik titreşimler ve derin bas sesler, izleyicide fiziksel bir sarsıntı hissi uyandırıyor. Bu titreşimler, bir yandan fabrikanın bitmek bilmeyen gürültüsünü ve monotonluğunu hatırlatıyor; diğer yandan işçilerin bedenlerinde biriken yorgunluk, ağrı ve dengesizlik hissini duyumsal bir deneyime dönüştürüyor.

Eserin merkezinde yer alan dört ekran, sanatçının lokum fabrikalarındaki kadın işçilerle yaptığı saha araştırmalarından derlenmiş röportaj ve gözlem kayıtlarını içeriyor. Videolarda işçilerin yüzleri görünmüyor; yalnızca bedenlerinin alt kısımları ekrana yansıyor. Bu tercih, görünmez emeğin bir kez daha anonimleştirilişine dikkat çekerken mahremiyet, temsil ve güç ilişkileri üzerine kritik bir sessizlik alanı yaratıyor.


Bitişik alanda bulunan, geri dönüştürülmüş fabrika makinelerinden yapılmış korno biçimli hoparlör, sesin bir yankı olarak bedene ve mekâna geri dönüşünü simgeliyor. Bu boynuz formu, hem emek ve üretim döngüsünün iç içeliğini hem de bu döngüde kaybolan insan sesinin “yutuluşunu” temsil ediyor. Kastrati, bu eseriyle izleyiciyi estetik bir konfor alanından çıkararak, bedensel bir empati ve farkındalık düzlemine taşıyor.


Bienalde çok katmanlı medya kullanımıyla öne çıkan bir başka sanatçı ise Çin asıllı Kongkee (Kong Khong-chang). Londra ile Hong Kong arasında çalışmalarını sürdüren animasyon yönetmeni ve görsel sanatçı Kongkee’nin pratiği, anime estetiğinden beslenen özgün bir görsel dil ve canlı bir renk paletiyle karakterize oluyor. Sanatçı, popüler kültür unsurlarını tarihsel ve toplumsal referanslarla harmanlayarak, izleyiciyi hem yerel hem de küresel ölçekte kimlik, bellek ve kültürel dönüşüm üzerine düşündüren eleştirel bir anlatı kuruyor.

Bağımsız animasyon ile görsel sanatlar arasındaki sınırları esneten Kongkee, disiplinlerarası işbirliklerine verdiği önemle de tanınıyor. Çalışmalarında, özellikle Hong Kong’un tarihsel mirası ile çağdaş kentsel deneyimler arasında diyalog kuruyor ve geleneksel hikâyeleri fütüristik ve bazen distopik bir bakışla yeniden yorumluyor.


ree

Kongkee, Galata Rum Okulu, 2025 (Fotoğraf - Sahir Uğur Eren)


Kongkee, bienalde sergilenen “Ejderhanın Sanrısı” serisiyle, video, neon yerleştirme ve lentiküler ışık kutuları gibi çoklu mecraları bir araya getirerek, animasyon estetiğini çağdaş sanatın mekânsal ve kavramsal bağlamına taşıyan tutarlı bir anlatı evreni inşa ediyor. Sanatçı, anime ve manga geleneğinden devraldığı biçimsel dinamizmi, tarihsel bilinç ve fütüristik bir tahayyül ile birleştiriyor ve teknoloji-sonrası bireyin varoluşsal durumunu eleştirel bir perspektifle sorguluyor.


Serinin ilk halkası “Ejderhanın Sanrısı: Yola Çıkış”, birleşik Çin'in ilk imparatoru Çin Şi Huang'ın ölümsüzlük arayışını cyberpunk temalı distopik bir evrende yeniden yorumluyor. Tarihsel anlatıyı tersine çeviren bu kurguda, imparatorun iksiri bulması, bedensel bir ölümsüzlükten ziyade bilincin mekanik bir rejim tarafından kuşatılmasına yol açıyor. Yapıt, iktidar, ölümsüzlük arzusu ve teknolojik tahakküm arasındaki diyalektiği görselleştiriyor.


Paralel olarak üretilen neon yerleştirme “Zaman Durunca Dağ Oldu, Zaman Akınca Su Oldu”, hareket, zaman ve enerji kavramlarını soyut ve poetik bir dil ile işliyor. Renkli neon hatlardan oluşan akışkan el formları, birbirini aydınlatarak döngüsel bir enerji aktarımı kuruyor. Bu görsel kompozisyon, hem Doğu felsefesindeki döngüsellik düşüncesini hem de animasyonun temelini oluşturan süreklilik estetiğini çağrıştırıyor.


Serinin son aşaması olan “Varış Noktası üçlemesi (Geçmiş, Şimdi, Gelecek)”, lentiküler baskı tekniği aracılığıyla zamanın akışkan ve göreli doğasını araştırıyor. Renkli trenler, hareket halindeki figürler ve neon ışıklı sahneler, Japon manga ve retro anime estetiğinin nostaljik imgelerini taşıyor. Lentiküler yüzeylerin değişken optik yapısı, izleyiciyi “geçmiş” ve “gelecek” arasında gidip gelen bir zamansal deneyime sürüklüyor ve sabit bir anın olanaksızlığını hissettiriyor.


Kongkee’nin Ejderhanın Sanrısı serisi, Doğu felsefesi ile dijital çağın imgelerini bir araya getiriyor, manga ve animenin çizgisel dinamizmini, neonun ışık temelli maddeselliği ve lentikülerin optik oyunlarıyla buluşturuyor. Sanatçı, popüler kültürün görsel dilini derinleştirerek onu salt bir temsil aracı olmaktan çıkarıyor; zaman, bellek ve insanlık durumu üzerine çok katmanlı bir görsel felsefeye dönüştürüyor.


Sonuç olarak, bienal kapsamında incelenen eserler çok katmanlı yeni medyaların kullanımıyla estetik anlatıyı çeşitlendiriyor, duyusal kategorileri esnetiyor, türler arasındaki geçişkenliği artırıyor, düşünsel alanı dinamikleştiriyor ve deneyimi bedenselleştirip çok duyusallığı sanata dâhil ediyor. Bu yönüyle, hız, göç, yıkım ve krizlerin belirlediği çağımızda, sanatın sabit konumlar yerine esnek bir varoluş alanı kurması gerektiğini ortaya koyuyor. Sanat, artık durağan bir temsil değil; değişken koşullara uyum sağlayan, dönüştürücü ve dirençli bir düşünme pratiği olarak konumlanıyor.

Bize Ulaşın

bottom of page