HIGHLIGHTED
RÖPORTAJ
21–28 Ekim tarihleri arasında Zorlu PSM’de gerçekleşecek “Veri ve Kırılganlık” sergisinde yer alan sanatçılar, verinin kırılgan ama dönüştürücü do ğasına kendi sesini katıyor.
Ars Electronica: Veri & Kırılganlık Sanatçı Söyleşileri #1
Furkan Öztekin

Algoritmaların şekillendirdiği bir çağda, verinin “kesin” ve “objektif” olduğu fikri her zamankinden daha fazla sorgulanıyor. 21–28 Ekim tarihleri arasında Zorlu PSM’de gerçekleşecek “Veri ve Kırılganlık” sergisi, bu sorgulamayı sanatsal bir zeminde genişletiyor. Sergide yer alan sanatçılar, veriyi bir ölçüm aracından ziyade duygusal, bedensel ve deneyimsel bir malzeme olarak ele alıyor.
Bu kapsamda hazırladığımız röportaj serisinde, sanatçıların üretim süreçlerine, rastlantı, doğa ve teknolojiyle kurdukları ilişkilere yakından bakıyoruz. Ars Electronica: Veri & Kırılganlık Sanatçı Söyleşileri serisinin ilk konukları: Emre Meydan, Gözde Betülay Yorulmaz & İmelda Kuyumcu, Vera Tolazzi, Mathias Gartner ve Cod.Act (André & Michel Décosterd).
Her biri, verinin kırılgan ama dönüştürücü doğasına kendi sesini katıyor.
Kontrol ve Rastlantı Arasında Hassas Bir Denge:
Emre Meydan

Emre Meydan, clp & wrp
Resim pratiğinden gelen bir sanatçı olarak dijital mecralarla ilişkin ilk ne zaman başladı? Analog ve dijital arasında nasıl bir ortaklık var sence?
2001 yılından beri bilgisayar ile grafik tasarım, illüstrasyon yapıyordum ama sanatsal pratiğim için kullanmamıştım. Programlama dillerini kullanarak jeneratif çalışmaya 2020’de başladım. Fakat yarattığım görseller tamamen ekran üzerinde kaldığında yine eksik kalan bir şey var gibi hissediyordum. Bu yüzden plotter kullanmaya başladım, dijitalden analoğa dönüşümü sağlayan bir araç oldu. Aynı sebepten şu günlerde dokuma ve örgü ile de denemeler yapıyorum. Dijitalin ve analoğun farklı artıları var ve ikisini bir arada kullanmak daha çok ilgimi çekiyor.
Işık ve renk son dönem üretimlerinin merkezinde konumlanıyor. Renkle çalışırken sezgi mi, algoritma mı daha ağır basıyor?
Yıllar boyu resim yapmanın, renkleri karıştırmanın bir sonucu olarak kendime ait bir renk anlayışım var ve renkler benim için çok önemli. Renklerin seçimini rastlantıya bırakırsam sonuçlardan memnun kalmıyorum. Diğer yandan eğer tamamen kendi seçtiğim renklerden oluşan sabit bir palet kullanırsam da sürprizlere yer kalmıyor. Bu yüzden bu iki zıt yaklaşım arasında bir denge arıyorum, çoğunlukla benim renklerimi verecek ama yer yer de beklenmedik renkleri bir araya getirebilen algoritmalar geliştirmeye çalışıyorum.
Jeneratif üretimlerinde rastlantının payı sence ne kadar? Bu süreçte nasıl bir kontrol mekanizması geliştiriyorsun kendine?
Renkler hakkında söylediğim şeyler bu konuda da geçerli. Rastlantının dozu fazla kaçtığında karmaşa ortaya çıkıyor, ama yeterince rastlantı kullanılmazsa da programın ürettiği her görsel birbirine benziyor. Kontrol ve rastlantı arasında hassas bir denge kurmak gerekiyor. Bu yüzden ilginç kompozisyonlar yaratacak kurallar keşfetmeye çalışıyorum ve rastlantıyı bu kurallar çerçevesinde kurguluyorum.
İki Zihin Arasında Üçüncü Bir Alan:
Gözde Betülay Yorulmaz & İmelda Kuyumcu

Gözde Betülay Yorulmaz & İmelda Kuyumcu, Fragmentation
İki farklı disiplinden geliyorsunuz: mimarlık ve resim. Bu fark üretiminizde nasıl bir dengeye dönüşüyor?
Gözde: Benim açımdan mimarlık yalnızca bir mekân tasarımı değil, aynı zamanda bir süreç ve deneyim tasarımı. Bu yaklaşım, üretimlerimizdeki dengeyi de belirliyor. Mimarlık tarafı, yapısal düşünmeyi, sistem kurmayı ve mekânsal ilişkileri kurgulamayı getiriyor. İmelda’nın resim disiplininden gelen yaklaşımı ise daha sezgisel, duygusal ve biçimsel katmanları güçlendiriyor. Bu iki yön bir araya geldiğinde, üretimlerimiz hem kavramsal bir derinlik hem de duyusal bir akış kazanıyor. Mimarlığın sistematik yapısı ile resmin özgür ve ifadeci doğası, birbirini tamamlayan iki zemin oluşturuyor.
İmelda: Aslında biz ortak bir üretimden çok, ortak bir düşünme alanı paylaşıyoruz. İkimiz de kendi alanlarımızın geleneksel sınırları içinde kalmıyoruz; ilgilendiğimiz konuya kendi disiplinimizin düşünme biçimiyle yaklaşıyoruz. Gözde’nin bakışı daha analitik, yapısal diyebilirim; benimkisi ise daha sezgisel, duygusal bir yerden gelişiyor. Bu fark, bir karşıtlık değil, üretimimizde bir denge yaratıyor. Çünkü bazen onun kurduğu sistem içinde benim sezgisel yaklaşımım bir boşluk açıyor, bazen de benim dağınık diyebileceğim düşünme biçimimi o bir yapı içine yerleştiriyor. Bu karşılaşma hali aslında üretimin kendisi haline geliyor.
İnsan-makine ilişkisini araştırırken bu süreçte kendi “insanlık” tanımınız değişti mi? Kişisel deneyimleriniz, gündelik pratikleriniz bundan etkilendi mi?
Gözde: Kesinlikle. Bu araştırmalar, sadece insanı merkeze koyan klasik bakıştan uzaklaşmamıza neden oldu. Artık “insanlık” bizim için sabit bir kimlik değil, bir arayüz. Yani, insanı makineyle, algoritmayla, doğayla ya da yapay zekâyla kurduğu etkileşimler üzerinden tanımlıyoruz. Gündelik hayatımızda da bu farkındalık, kullandığımız araçlarla ilişkimizi dönüştürdü. Teknolojiyi sadece üretim aracı olarak değil, düşünsel bir eş-yaratıcı olarak görüyoruz.
Zamanla şunu fark ettik: makinelerle çalışırken kendi öznelliğimiz de akışkanlaşıyor. Kontrolün bizde olmadığını, bazen sistemin bizi yönlendirdiğini kabul etmek — belki de “insanlık”, tam olarak kontrolü kaybettiğimiz o eşikte başlıyor.
İmelda: Evet, kesinlikle etkilendi. Çünkü bu süreçte insana dışarıdan bakmaya başladık aslında. Çoğu zaman insanı merkeze alarak düşünmeye alışığız; ama makineyle, özellikle öğrenen ya da üreten bir sistemle ilişki kurduğumuzda bu merkez kayıyor. Bu kayma, benim için hem rahatsız edici hem de özgürleştirici bir deneyim oldu. Kendi ‘insanlık’ tanımımın sınırlarını fark ettim. Mesela bir üretim sürecinde bazen makinenin yaptığı ‘hata’ bana kendi sezgilerimden daha ilginç gelebiliyor. O anda kimin ürettiği, kimin düşündüğü, kimin hissedebildiği birbirine karışıyor. Gündelik pratiklerimde de bu değişim hissediliyor; artık makineleri sadece araç olarak değil, düşünsel birer ortak gibi görüyorum. Bu da hem kendi varlığımı hem de üretim biçimimi yeniden tanımlamama neden oldu.
Üretirken çok hangi fikirler üzerinde durup tartışıyorsunuz? Aranızdaki diyalog ve fikir
alışverişi çalışmalarınızda ne kadar görünür oluyor sizce?
Gözde: Genellikle kavramsal çerçeveden başlayan tartışmalarımız, üretim sürecinde biçimsel ve deneyimsel sorulara evriliyor. Bu süreç, işlerin biçiminde doğrudan görünür hâle geliyor — bazen bir yüzeydeki kırılmada, bazen bir formun zamansal dönüşümünde. Üretim, sadece ortak değil, dönüşken bir süreç olarak ilerliyor ve her iş, aramızdaki tartışmanın bir iziyle şekilleniyor.
Aramızdaki diyalog, sadece kavramsal bir tartışma değil; aynı zamanda malzemenin, hareketin ve verinin içinde de sürüyor. Özellikle teknoloji ile doğa arasındaki ilişkiyi eşzamanlı olarak keşfetmeye çalıştığımız projelerde, bu çok katmanlı etkileşim izleyiciye de yansıyor. Her iş, iki farklı zihin arasında kurulmuş bir üçüncü alanın izlerini taşıyor.
İmelda: Genellikle disiplin farkımız nedeniyle teorik paylaşımlar üzerinden ilerliyoruz. Özellikle ilgimizi çeken sanatçıların işleri, kullandıkları teknikler ve yaklaştıkları kavramlar üzerine konuşmak bizim için çok heyecan verici oluyor. Bu tartışmalar çoğu zaman üretim sürecinin de yönünü belirliyor. Aslında aramızdaki diyalog, görünür olmasa bile işlerin içinde hep hissediliyor. Çünkü her yeni üretim, o ortak düşünme biçiminin bir uzantısı gibi. Üretim aşamasına geldiğimizde ise daha çok teknik konular üzerine tartışıyoruz ve orada bir iş bölümü oluşuyor. Yani süreç hem ortak hem de bireysel olarak ilerliyor — birbirimizin düşünme biçimini besleyerek üretmek, bizim için sürecin en kıymetli kısmı diyebilirim.
Malzemenin Yönlendirdiği Bir Yaratım Süreci:
Vera Tolazzi

Mathias Gartner & Vera Tolazzi, The Transparency of Randomness
Analogla dijital arasında kurduğun köprü, bağ oldukça doğal hissettiriyor. Sence sezgisel olan, aynı zamanda dijitalde nasıl var olabilir?
Farklı malzemelerle denemeler yapmaktan ve analog olanı dijitalle buluşturmaktan gerçekten keyif alıyorum. Benim için önemli olan, bütünüyle tutarlı bir kavramsal çerçeve oluşturmak. Böylece dijital veriler fiziksel unsurlarla tamamlanmış oluyor. Ortaya çıkan iş, izleyiciye dokunsal, görsel-işitsel, erişilebilir ve somut olmak üzere çok katmanlı bir deneyim sunuyor. Seçilen duyusal kanalların eserin kavramsal köklerinden doğal biçimde filizlenmesi ve onunla iç içe geçmesi benim için sürecin en değerli yanı.
Materyal deneyleri pratiğinin temelinde yer alıyor diyebiliriz. Fikirler mi yoksa materyaller mi seni yönlendiriyor? İşlerinin formunu belirliyor?
The Transparency of Randomness aslında ziyaretçileri rastlantısallık üzerine farklı biçimlerde düşünmeye teşvik eden, eğlenceli bir yerleştirme fikrinden doğdu. Bu fikir, kutuların içinde rastgele sayılar üretmenin yanı sıra, doğal malzemeleri ve onların yapısal özelliklerini işin merkezine yerleştirme düşüncesine dönüştü.
Doğal malzemelerin seçimi, renk, doku, biçim ve görünüm açısından birbirinden farklı materyalleri bir araya getirme vizyonuyla şekillendi. Zamanla bazı malzemeleri değiştirdik, geliştirdik; yürüyüşe çıktığımda ilginç bitkiler gördüğümde, onları bu kutulardan birine ne kadar yakıştıracağımı ve projeye nasıl bir özellik katabileceklerini düşünüyorum. Sonuçta bu süreç, fikirlerin olduğu kadar malzemelerin de projeyi şekillendirdiği bir yaratım biçimine dönüşüyor.
Son dönem çalışmalarında “el yapımı olan” şeylerin gelecekteki yeri ne olacak sence?
Bence dijital çağda bile el emeği hâlâ çok önemli. Çünkü bu tür üretim, duyulara hitap eden ek bir deneyim katmanı açıyor. Benim için analog ve el işinin özel bir çekiciliği var. Özellikle de süreç sırasında ortaya çıkan rastlantısallıkta. Çoğu zaman bir nesneye karakterini kazandıran şey, o küçük kusurlar ya da düzensizlikler oluyor. Geleneksel yöntemler ve rastlantı ile sayısız değişkenin öngörülemez etkileşimi beni büyülüyor. Bu etkileşim, yaratım sürecini heyecan verici kılan o beklenmedik anları doğuruyor.
Rastlantısallığı Şeffaf Yüzü: Mathias Gartner

Mathias Gartner & Vera Tolazzi, The Transparency of Randomness
Bilimsel bir düşünceyi sanatsal bir sezgiye dönüştürmek nasıl bir süreç senin için?
Araştırma dünyasının dışındaki insanlarla konuşmak, bilimsel düşüncelerin çoğu zaman fazla teorik olan yönünü sadeleştirmeme çok yardımcı oluyor. Başkaları konulara tamamen farklı açılardan yaklaşabiliyor ya da bambaşka yönlere odaklanabiliyor. Bu farklı bakışlara açık olmak ve bu izlenimleri sentezlemek, bilimsel konulara sanatsal bir perspektiften yaklaşmamı sağlıyor diyebilirim.
Rastlantısallık senin kişisel hayatında nasıl bir yerde konumlanıyor?
Bazen belli olayların gerçekleşme olasılığı üzerine düşünüyorum ve kararlarımı buna göre veriyorum. Elbette bu (çoğunlukla) bilimsel yöntemlere dayanmıyor, ama hayatıma eğlenceli bir oyun hissi katıyor.
Kuantum fiziğinden sanat üretimine uzanan yolculuğunda seni en çok şaşırtan, heyecanlandıran keşif ne oldu?
İki alan arasında aslında sanıldığı kadar büyük bir fark yok. Yaratıcılık, hem sanat üretiminin hem de temel bilimsel araştırmaların merkezinde yer alıyor. Bilimsel çalışmalara anlamlı bir katkı sunmak kadar bir sanat projesi üretmek de derin bir adanmışlık gerektiriyor. Ama sonunda her iki alanda da en önemli şey, yaptığın işten keyif almak ve düşüncelerini paylaşabileceğin insanlarla birlikte üretebilmek.
Mekanik Müziğe, Ses Harekete Dönüşürken: Cod.Act

Cod.Act, πTon/2
Ses ve hareket arasındaki bağ sizin tüm üretimlerinizin merkezinde, neredeyse kalbinde yer alıyor. Bu bağı ilk keşfettiğiniz anı hatırlıyor musunuz?
Tüm projelerimizde hareket ve sesi bir araya getiriyoruz. Başlangıçta, ilk işlerimizde kardeşim Michel film ve görüntüyle çalışıyordu. Bu görüntülere hayat vermek için, filmi harekete geçirebilen mekanik düzenekler tasarlamaya başladı. Ben ise bir gitaristtim ve sonrasında elektronikle ilgilenmeye başladım. Gitarımla sampler’ları kontrol ediyor, manyetik bantlar üzerinde döngüler oluşturuyordum. Zamanla hareketli görüntüler yerini yapıların mekanik hareketine bıraktı; gitar ve elektronik için yaptığım müzik ise sentez ve dinamik kompozisyon için bilgisayar temelli sistemlere dönüştü.
İşte böylece ortak yaklaşımımız Cod.Act doğdu: Mekanik müziğe, ses ise harekete dönüşmeye başladı.
Teknoloji genelde soğuk ve mesafeli bir alan olarak tanımlanır. Siz onu nasıl bu kadar insani, sıcak ve samimi hale getiriyorsunuz?
Bizim için teknoloji bir araçtır. Sergilenmesi gereken bir şey değil. Çoğu zaman görünmez kalır. Araştırmalarımız, en ilginç ve en “organik” hareketleri üretebilecek sistemleri yaratmaya odaklanıyor. Bu sistemler, canlı ve ifade gücü yüksek müzikler ortaya koyabiliyor. Amacımız, mümkün olan en az mekanik bileşenle bu hareketleri elde etmek; böylece hareketin doğal biçimde gelişmesine ve tutarlı, duyarlı bir müzikal kompozisyona ulaşmasına olanak tanımak.

Cod.Act, πTon/2
Eğer bugün başlasaydınız Cod.Act nasıl bir proje olurdu? 1997’den bugüne neler değişti?
Bugün Cod.Act’e başlasaydık, muhtemelen yine aynı sanatsal yönü izlerdik. Çünkü hareket ve ses arasındaki ilişki hâlâ keşfedilmeyi bekleyen çok geniş bir alan. Yine de teknolojik araçlarımız elbette farklı olurdu; artık analog dünyadan değil, bugünün olanaklarından yola çıkardık. Yapıtlarımızın gelişim süreci farklı bir biçim alırdı, ama arayışımız aynı kalırdı: Mekanik ile müzik arasında yaşayan, soluk alan bir diyalog yaratmak.
Medya sanatının en etkileyici örneklerini bir araya getiren Ars Electronica: Veri & Kırılganlık sergisi, 21–28 Ekim’de Piksel.Creative Solutions partnerliği ve Diageo Türkiye desteğiyle Zorlu PSM’de izleyiciyle buluşuyor.