HIGHLIGHTED
RÖPORTAJ
Yaşamın karmaşasında, güç mücadelesinin gölgesinde, birey olmak ne anlama geliyor?
Var Kalma Pratikleri Üzerine: Bihter Ayyıldız, Elçin Acun ve Fırat Engin ile Söyleşi
Furkan Öztekin

Institut français, 20 Aralık 2024 - 25 Ocak 2025 tarihleri arasında Bilal Yılmaz, Elçin Acun, Elif Büyüknohutçu, Ferhat Tunç, Fırat Engin, Özge Akdeniz, Osman Dinç, Şükran Moral ve Zeynep Beler’in işlerini bir araya getiren “Var Kalma Pratikleri” isimli sergiye ev sahipliği yapıyor. “Var Kalma Pratikleri” sergisi, Fransız düşünür Georges Didi-Huberman’ın “var kalma mücadelesi” olarak tanımladığı antropolojik kabiliyetin izlerini sürmeyi hedefliyor. Birbirinden farklı dokuz sanat pratiğinin buluştuğu bu sergi, sadece bir güncel sanat etkinliği olmaktan ziyade, izleyiciye birey olmanın sorumluluğunu yeniden hatırlatmayı amaçlayan bir çağrı olarak işlev görüyor.
Piksel Creative Solutions’ın değerli katkılarıyla gerçekleşen “Var Kalma Pratikleri” sergisi üzerine küratör Bihter Ayyıldız ve sergi sanatçıları Elçin Acun ile Fırat Engin’le Piksel.Bülten için keyifli bir söyleşi gerçekleştirdik.

Bihter Ayyıldız
Furkan Öztekin: Sevgili Bihter, günümüzün oldukça sert atmosferine rağmen umut etmeyi ve direnmekten korkmamayı hatırlatan "Var Kalma Pratikleri" sergi fikri nasıl ortaya çıktı? Biraz bahsetmek ister misin?
Bihter Ayyıldız: Günümüz dünyası insanı sürekli ilerlemeye, geçmişi geride bırakmaya ve mükemmeli yakalamak için doğadan ve doğallıktan uzaklaşmaya itiyor. Gelişmenin büyümeyle, başarının hız ve güçle, var olmanın ise kişisel hazların tatmini ve görünür olmakla özdeşleştirildiği bir çağda, doğaya, insana ve düşünce pratiğine her zamankinden daha çok ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.
"Bu sergi, aslında uzun bir süredir, yaklaşık bir yıldır zihnimde olgunlaşan bir düşüncenin, bir projenin somutlaşmış hali. Fransa'da, Lille Üniversitesi'nde "Sanat Tarihi" eğitimi aldım. 2004 yılında mezun olup Türkiye'ye döndüm. Ne yazık ki bu topraklarda pek çok meslektaşım gibi, teorik bilgimi pratiğe dökme fırsatı bulamadım. Ancak bu, içimdeki sanat aşkını ve bu alanda bir şeyler üretme arzusunu asla köreltmedi.
Açıkçası, sanat tarihi alanındaki "işsizliğimin" 20. yılını biraz ironik, biraz da meydan okuyan bir sergiyle taçlandırmak gibi bir fikrim vardı. Sergi açılışını da özellikle 20 Aralık tarihine denk getirdim; hem bu kişisel dönüm noktasını işaretlemek, hem de kendi tarihimde küçük bir iz bırakmak arzusundaydım.”
"Var Kalma Pratikleri, bir sergiden çok öte, bir manifesto niteliğinde."
Tüm zorluklara rağmen yaşamlarını bir sanat eseri gibi işleyen onurlu insanların, karanlıktan korkmayan ve ışığını karanlıkta yayanların, kendi hikayelerini karanlıkta yazanların ışıklarının bir araya geldiğinde ne kadar büyük bir aydınlık yaratabileceğinin bir kanıtı.

Var Kalma Pratikleri, Sergiden Genel Görünüm, 2025
FÖ: Birbirinden farklı sanat pratiklerinin organik bir şekilde iç i çe geçtiği sergide, Fransız filozof ve sanat tarihçisi Didi-Huberman’ın "Ateşböceklerinin Var Kalma Mücadelesi" adlı kitabını referans olarak kullanıyorsun. Geçtiğimiz yaz benim de heyecanla okuduğum bir kitaptı. Samimi bir dille kaleme aldığın küratöryel metninde bahsediyorsun; İtalyan yönetmen Paolo Pasolini’nin umutsuzlukla ilişkilendirilen "Ateşböcekleri" metaforu, göçmenler, toplumsal cinsiyet, kimlik ve hafıza gibi konuları odağına alan eserlerle sence nasıl bir diyalog kuruyor?
BA: Aslında Georges Didi-Huberman, bu kitapta Pier Paolo Pasolini’nin 1975 yılında yazdığı ve "Ateşböcekleri" adıyla tarihe geçen makalesinden yola çıkıyor. Pasolini’nin 1975 yılında "tekil makineler" olarak tarif ettiği, çözülen toplumun ışığını kaydeden ve ardından kendileri de kaybolan ateşböcekleri, o zaman da vardı, bugün de varlar. Ben de Georges Didi-Huberman gibi düşünüyorum. Sadece azgın projektörlerin çılgınca aydınlattığı sahnelere değil, daha sakin, karanlık yerlere bakmak gerekiyor. Sesi yüksek çıkanın var olduğu algısına karşı, sessiz güçlerin de etki alanını keşfetmek için ateşböceklerinin karanlıkta yaydıkları sinyalleri dikkatle izlemek gerekiyor.
"Sergideki tüm eserler birbirleriyle, sanatçıların birbirlerine gönderdiği sinyaller gibi bir iletişim kuruyor."
Bilal Yılmaz’ın antropolojik sürdürülebilirlik ve deneyimin yok oluşunu konu alan su objeleri, Zeynep Beler’in yine deneyimsizliğin bir deneyime dönüşmesini ele alan "Three Hearts" adlı çalışmaları birbiriyle anlamlı bir diyalog içinde. Osman Dinç’in "Obelisk" adlı heykeli de bugün "heykel" diye adlandırdığımız kavramın ilk çağlardaki karşılığı olan dikilitaşı konu alıyor ve kamusal hafıza ile nesne ve insan ilişkisinin tarihsel evrimini ele alıyor. Özge Akdeniz’in "Ölü Bir Evin Bahçesi" adlı çalışmasında zihnin anlam oluşturma süreci, algılama, tanımlama ve ilişkilendirme biçimlerinin dönüşüm olanaklarına odaklanıyor. Elçin Acun’un beden üzerinden kadın ve queer bireylerin görünürlüğünü çarpıcı bir şekilde ifade ettiği video performansı toplumsal cinsiyet meselesine dikkat çekiyor. Elif Büyüknohutçu’nun Michel Foucault’un "Herkes her yerde kayıtlı hale gelince denetim altında olacak, gözetim altında tutulacaklardır" sözünden yola çıkarak yaptığı toprak yerleştirmesi ile Ferhat Tunç’un "Günden Güne" adlı çalışmaları, gözetim toplumlarında bireyin rolüne dikkat çeken ve birbiriyle müthiş bir diyalog kuran işler. Şükran Moral’ın "Despair" adlı eseri ile Fırat Engin’in "Bu Yükü Daha Ne Kadar Taşıyabiliriz?" adlı eseri de mülteci ve göç sorununu farklı perspektiflerden ele alan eserler.

Elçin Acun, Öyküsü Olmayan-I, 3'30', 2017
100x 70cm Su Dolu Pleksiglas Havuz, Motorlu Çalıştırma Mekanizması, Projeksiyon yere yansıtılır, havuzun içindeki su çalışan motor sayesinde dalgalanır.
Furkan Öztekin: Ağırlıklı olarak kendi bedeninin merkezde olduğu performatif, kişisel deneyimlerinden güç alan; beden, kimlik, toplumsal cinsiyet, kadın politikaları ve queer gibi kavramlarla şekillenen çalışmalara sahipsin. Kendi sanat pratiğini de göz önünde bulundurursak, “Var Kalma Pratikleri” sergisinin kavramsal çerçevesine olan yaklaşımın hakkında neler söylemek istersin?
"Var kalma mücadelemizin ana hatlarından biri görünürlük. Kim olduğumuza dair ve her şeyin siyah beyaz olmadığına dair bir ispat."
Elçin Acun: Evet ben performatif temelli işler üretiyorum bu açıdan bakıldığında bile serginin kavramsal çerçevesine yakın hissediyorum. Çünkü kendi bedenimi işin içine katmak benim fiziksel görünürlüğüme işaret ediyor yani bir nevi varlığım ile ilgili ve kişisel deneyimlerime referans veriyor. Aslında bedenimi bir temsil olarak ele alıyorum ama elbette kendimi kullanmam tesadüf değil, bedenim benim var olma/kalma mücadelem ile anlatıya dahil oluyor. Ayrıca görünürlük meselesi kadınlar ve queer’ler için çok önemli bir bağlam. Çünkü toplumdan uzaklaştırılıp, ötekileştiriliyoruz var olduğumuz inkar ediliyor ya da kamusal alandan dışlanarak evlerde kapalı kalıyoruz bu anlamda görünürlük ve görünürlük sayesinde tanıklık varlığın inkarını engelliyor. Görünür olduğumuzda var olmadığımız inancı ortadan kalkıyor. O yüzden biz de varız ve şimdi buradayız demenin bir yolu görünmek. Var kalma mücadelemizin ana hatlarından biri görünürlük. Kim olduğumuza dair ve her şeyin siyah beyaz olmadığına dair bir ispat.
FÖ: Sergide 2017 yılına ait “Öyküsü Olmayan-I” isimli çalışmanla yer alıyorsun. Su dolu pleksglasi havuz, motorlu çalıştırma mekanizması, video projeksiyonu ve tek kanallı video gibi farklı ifade biçimlerini bir arada kullanıyorsun. Bu medyumlar senin için nasıl bir ilişki/temas içerisinde? “Öyküsü Olmayan’ın serüveninden biraz bahsedebilir misin?
EA: Ben aslında fotoğraf eğitimi almış biriyim ve bu yüzden iki boyutlu alanda çalışmaya çok alışkınım ama son yıllarda, videoyu da sanat pratiğime dahil ettiğimden beri iki boyutluluğu esnetebileceğim yerleştirmeler yapmayı seviyorum. İzleyiciyi hareket ve farklı yüzeylerle işin içerisine daha fazla dahil etmeye çalışıyorum. Bu video bir serinin parçası üç video enstalasyondan oluşuyor. Diğer videoları da çeşitli materyallerle yerleştirmeler ile sergiliyorum. Genelde başı sonu olan kısa film mantığında ilerleyen işler üretmiyorum. Aslında yine fotoğrafın mantığı ile yaklaşıyorum, lineer olan zaman kavramını kırmaya çalışıyorum, bir anı sürekli tekrarlıyorum ve sonuçta hiç bitmeyen bir döngü oluyor. Bu videoda da bir kadın (ben) sürekli yüzüyor ama bir türlü yüzeye çıkamıyor, kendi kişisel öyküsüsün bir önemi yok aslında genel bir kadın temsili olarak orada; tanımlanamayan bir evrende, geçmişi, geleceği ya da bir aidiyeti olmadan, daima hüküm süren bir şimdiki zamanın içinde, sonu veya başlangıcı belli olmayan bir döngüde sıkışmış bir kadını temsil ediyor. Belki boşuna bir çabanın içinde ama yine de mücadeleden vazgeçmiyor, her ne kadar bir türlü sudan çıkamasa da devam ediyor ve umudunu yitirmiyor.

Fırat Engin, Bu Yükü Daha Ne Kadar Taşıyabiliriz?, 2017
Furkan Öztekin: Sevgili Fırat, Bihter Ayyıldız’ın küratörlüğünü üstlendiği “Var Kalma Pratikleri” sergisinde “Bu Yükü Daha Ne Kadar Taşıyabiliriz?” isimli çalışmanla yer alıyorsun. Aynı ismi taşıyan serginin yıllar önce Galeri Siyah Beyaz’da gördüğümü hatırlıyorum. Üzerinden uzun zaman geçmesine rağmen hala geçerliliğini koruyan bir çalışma diyebiliriz. Bunun üzerine neler söylemek istersin?
Fırat Engin: Evet bu iş ilk olarak 2017 yılında Ankara Galeri Siyah Beyaz’da "Bu Yükü Daha Ne Kadar Taşıyabiliriz?" başlıklı kişisel sergimde gösterildi. Hala geçerliliğini koruyan bir çalışma olmasını, işin; aslında bir dönemsel meseleye değil, insanın varoluşsal yüklerine ve toplumsal baskılara dair zamansız bir sorgulamaya odaklanmasına bağlıyorum. 2017’de bu işi ilk kez gösterdiğimde, bireysel ve kolektif anlamda taşıdığımız yüklerin hem fiziksel hem de duygusal etkilerini derinlemesine düşünüyordum. Geçen zaman içinde bu yüklerin şekil değiştirdiğini ama bir şekilde varlıklarını sürdürdüğünü görüyorum. Belki de bu yüzden iş, izleyicilerle hâlâ güçlü bir bağ kurabiliyor.
"Son yıllarda, hızla dijitalleşen dünyada bilgiye erişimin artması ve toplumsal dinamiklerin sürekli değişimi, bellek, kimlik ve aidiyet gibi kavramların daha da karmaşıklaşmasına neden oldu."
FÖ: “Bu Yükü Daha Ne Kadar Taşıyabiliriz?”de bellek, anı, kimlik, aidiyet, ulus, aile ve inanç gibi içinde yaşadığımız gerçeklikte her geçen gün deforme olan kavramların birey üzerinde yarattığı yükü araştırıyorsun. 2017’den günümüze baktığında bu yükler nasıl bir yerde konumlanıyor? Neler değişti, neler aynı kaldı?
Fırat Engin: 2017’den bugüne, bu yüklerin şekillendiği bağlamlar değişse de varlıklarını koruduklarını düşünüyorum. Bellek, kimlik ve aidiyet gibi kavramlar, her dönemde bireyler ve toplumlar için belirleyici unsurlar olmuştur. Ancak son yıllarda, hızla dijitalleşen dünyada bilgiye erişimin artması ve toplumsal dinamiklerin sürekli değişimi, bu kavramların daha da karmaşıklaşmasına neden oldu. Özellikle bellek ve kimlik, dijital çağın etkisiyle hem daha görünür hem de daha kırılgan hale geldi. Bu durum geçmişle bağımızı kurma ve anlamlandırma biçimimizi etkiliyor. Aile, ulus ve inanç gibi kavramlar ise bir yandan bireyi köklere bağlarken, diğer yandan değişen dünyaya uyum sağlama sürecinde dönüşüme uğruyor. Ayrıca baskın iktidarlar ve bunların ürettikleri ideolojiler de bu kavramlar üzerinden, bireyi tanımlama ve tasarlama sürecine giriştiler.
Tüm bu faktörler göz önüne alındığında, birey – toplum ilişkisinde daha karmaşık, çatışmalı ve sürekli yeniden şekillenen bir dinamik ortaya çıktı. Bu dinamik, bireyin hem yüklerini taşıma biçimini hem de o yüklerle kurduğu anlam ilişkisini sürekli olarak etkiliyor. Diğer yandan birey üzerindeki bu yüklerin varoluşsal ağırlığı aynı kalıyor. Değişen tek şey, bu ağırlığın taşınma biçimleri. Eskiden sessizlik ve kabullenme daha baskınken, günümüzde bireylerin bu yükleri sorgulama, paylaşma ve dönüştürme eğiliminde olduğunu görüyoruz. "Bu Yükü Daha Ne Kadar Taşıyabiliriz?" tam da bu sorgulamanın, bu dönüşümün bir yansımasını sunuyor.
Var Kalma Pratikleri
Küratör Metni
Bihter Ayyıldız
Var kalma mücadelesi ile güç sahibi olmanın cazibesi arasında sıkışmış bir yaşam parçacığının etrafına toplanmış insan kalabalıkları…
Ve bu kalabalıkların içinde antropolojik sürdürülebilirliği tehlikeye sokan tecrübenin yok oluşu…
Çağdaş sıfatına layık olmak için köklerinden sökülen köylü ve zanaatkarların burjuvazi karşısında kadim varlıklarını sorgular hale gelmesi…
Georges Didi Huberman’ın ‘’Ateş Böceklerinin Var Kalma Mücadelesi’’ isimli kitabı, benzer konulara kafa yormuş çağdaş düşünür, sanatçı ve filozoflarla fikir düelloları tadında kendi içinde bağımsız metinlerden oluşuyor.
Pasolini’nin son metinlerinden biri olan ve “Ateş Böcekleri” ismiyle bilinen makalesi, Huberman’ın çıkış noktası. Pasolini ne kadar umutsuz ise Huberman o kadar umutla renklendiriyor ateş böceği metaforunu.
Savaş sonrası romantizmi ve coşkusu ile kurduğu ütopik hayalleri yıkılan bir nesli temsil eden Pasolini’nin karşısında, tarihin tekerrürü içinde insanlığa değil özünde bireye olan inancı ile ateş böcekleri metaforunu umutla şekillendiren Huberman’ın temel sorusu şu: Peki sahiden de ateş böcekleri kayıp mı oldular? Hem de hepsi birden mi? Hâlâ aralıklarla da olsa olağanüstü sinyallerini gönderiyorlar mı? Eğer öyleyse nereden?
Hâlâ bir yerlerde birbirlerini arıyorlar mı? Kendi aralarında konuşuyorlar mı? Azgın projektörlere, karanlık geceye, totaliter makineye ve her şeye rağmen birbirlerini seviyorlar mı?*
Cevap hakkımı bu sergi ile kullanıyorum: Evet! Her şeye rağmen birbirlerini seven ateş böcekleri var. Var kalacaklar. Nasıl mı? Bunun cevabını da sergide eserleriyle yer alan değerli sanatçılarımız veriyor.
“Var Kalma Pratikleri” sergisi, bir varoluş mücadelesi üzerine kurulu bir yolculuk. Yaşamın karmaşasında, güç mücadelesinin gölgesinde, birey olmak ne anlama geliyor? Toplumsal baskılar altında kendi sesini duyurmak, kimliğini korumak mümkün mü? Bu sorular, serginin merkezinde yer alıyor. 3
Her ikisi de endemik bir tür olan ateş böcekleri ile karanlıkta kalmayı tercih eden idealist insanlar, serginin metaforik eş kahramanları olarak karşımıza çıkıyor. Ateş böcekleri, popüler ve güçlü olanın göz kamaştırıcı çekimine karşı bir duruş sergileyen bu karakterlere eşlik ediyor.
“Var Kalma Pratikleri” sergisi, sadece bir sanat etkinliği değil, aynı zamanda bir çağrıdır. Bu çağrı, birey olmanın sorumluluğunu hatırlamayı, farklılıklara saygı göstermeyi ve gelecek nesillere daha iyi bir dünya bırakmak için çaba göstermeyi amaçlar.”
“’Kimse geriye hiçbir şey bırakamayacak kadar yoksul ölmez.’ Tıpkı Benjamin’in alıntıladığı bu Pascal vecizesinde ifade edildiği gibi, Marika Friedmanova’nın on bir yaşındayken, Auschwitz’e sürülüp gazla öldürülmesinden hemen önce, Terazin toplama kampında sararmış bir kağıda çizdiği küçücük bir kelebeği dahi, var kalan değerli bir miras olarak görebilecek gücü bulmak gerekir.”*
*Didi-Huberman, Georges, 2023, Ateş Böceklerinin Var Kalma Mücadelesi, Çeviren:
Halil Yiğit, Norgunk Yayınları, İstanbul.